Çin’e gitmeye ya da gitmemeye çalışmanın pek yararı yok, Çin zaten her anlamda gelmekte. Bunu bir “Çin Sendromu”na dönüştürmemenin yolu ise bu muazzam ülkeyi tanımaktan, anlamaktan, öğrenmekten geçiyor.
Bundan yüzyıllarca önce Bilge Kağan, Orhun Yazıtları’nda Türklere seslenmiş, “Çin’e gitme… Çin seni yutar!” diye uyarıda bulunmuştu. Çok sonraları Napolyon da benzer yaklaşımla, “Bırakın uyusun. Çin uyanırsa yer yerinden oynar!” demişti ama Batı, 19. yüzyılda tüm gücüyle son kez üzerine çullandığı Çin’in 20. yüzyıldaki uyanışını ve büyük silkinişini önleyemedi. Uyuyan dev çoktan uyandı, ayağa kalktı ve artık iyice belli oldu ki Çin’den kaçış yok.
Çin, yayılıyor… Aklınıza hemen dünyanın ikinci büyük ekonomisi ya da ticaret hacmi vb. kavramlar gelmesin. Örneğin denir ki Çin’deki ve yeryüzünün dört yanındaki tüm Çinliler, bir gece aynı anda evlerinin dışında yemek yemeye karar verse, dünyada hepsinin oturabileceği kadar çok sayıda sandalyeye sahip Çin lokantası mevcuttur… Dünyanın tartışmasız en zor dili olan Çincenin ABD ve Avrupa’daki çoğu lise ve üniversitede İspanyolcayı geride bırakıp birinci seçmeli dil dersi haline gelmesinden sayıları her kıtada giderek çoğalan Konfüçyus Enstitüleri’ne kadar, siyasi ve ekonomik alanların yanı sıra kültürel olarak da her geçen gün daha fazla hissedilen bir “Çin ağırlığı” söz konusu. Anlayacağınız, artık Çin’e gitmeye ya da gitmemeye çalışmanın pek yararı yok, Çin zaten her anlamda gelmekte. Bunu bir “Çin Sendromu”na dönüştürmemenin yolu ise bu muazzam ülkeyi tanımaktan, anlamaktan, öğrenmekten geçiyor.
Edebi ilişkiler güçlendirilmeli
Asya’nın en doğusundaki Çin ile batı ucundaki Türkiye arasında kurulan kültürel köprü, 2012’nin “Çin’de Türkiye Yılı” ve 2013’ün “Türkiye’de Çin Yılı” olarak kutlanmasıyla biraz daha sağlamlaştırıldı. Öte yandan Çin’in, bu yıl 32. kez düzenlenen TÜYAP İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı’nın konuk ülkesi olarak belirlenmesiyle iki ülke arasındaki karşılıklı ilişkiler zincirinin halen en zayıf halkalarından biri niteliğindeki edebiyat-yayıncılık alanında da çok ciddi bir adım atılmış olduğuna hiç kuşku yok. Türk edebiyatını 1970’li yılların başlarında Aziz Nesin öykülerinin çevirileriyle tanımaya başlayan (bu öyküler sonradan Nasılİntihar Ettim? başlıklı bir derleme haline getirildi) Çin’de, 1980’lerde de Yaşar Kemal ( İnce Memed ), Sabahattin Ali ( Kürk Mantolu Madonna ), Reşat Nuri Güntekin ( Çalıkuşu ) çevirileri yapılmıştı.
Son yıllarda ise Benim Adım Kırmızı ’nın 2006’da Çin’de Yılın En İyi Romanı seçilmesiyle başlayan süreçte Orhan Pamuk’un diğer kitaplarının ve Ahmet Hamdi Tanpınar ( Huzur ), Can Dündar ( Sarı Zeybek ), Orhan Kemal ( Bereketli Topraklar Üzerinde , Cemile , Avare Yıllar ), Tuna Kiremitçi ( Dualar Kalıcıdır ), Barış Müstecaplıoğlu ( Korkak ve Canavar ), Ahmet Ümit ( Patasana ) çevirileriyle Çinli okurların edebiyatımızı tanıma fırsatları çoğaldı ama bu tablo tabii ki yeterli sayılmamalı. Tabloyu daha da renklendirmek açısından, ajans ve yayınevlerimizin Çin’deki uluslararası kitap fuarlarının önemini biraz gecikerek de olsa anlamaya başlamaları sevindirici. Öte yandan başkentin merkezindeki Xidan semtinde bulunan, Asya’nın en büyük kitabevi niteliğindeki ve dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’de metrekareye düşen insan sayısının en fazla olduğu yerlerden biri “Beijing Books Building”in beş katının herhangi bir koridorunda herhangi bir rafın Türk edebiyatından çeviri eserlere ayrılması, biraz daha zaman alacak gibi.
Çinceden çevirmen ihtiyacı
Benzer durum, Çin edebiyatı ve kültürünün Türkiye’deki yansıması açısından da az çok geçerliyse de Çinli okurlar bize göre daha şanslı sayılabilir. Yazarlarımız Çinceye doğrudan Türkçeden çevrilirken biz Çin edebiyatını çok büyük oranda İngilizce, Fransızca ya da Almanca üzerinden yapılan çevirilerle tanımak zorundayız. Türkçeye edebi düzeyde hâkim “yeterince” Çinli çevirmen varken, Ankara Üniversitesi DTCF Sinoloji Bölümü’nün ünlü hocalarından Prof. Dr. Muhaddere Nabi Özerdim’in 1950’li yıllardaki kimi çevirileri ya da aynı bölümün günümüzdeki anabilim dalı başkanı Prof. Dr. Bülent Okay’ın çalışmaları dışında, Çince çevirmen eksikliği hissettiğimiz çok açık. Elias Canetti’nin Körleşme ’sinin ünlü kahramanı Prof. Kien gibi olmasa da hayatını Çin dili, yazısı ve edebiyatını araştırmaya adamış bilim ve sanat insanlarımızı artırmaktan başka çaremiz yok.
Beden diliyle anlaşamayız!
Kitapların, bir ülkeyi ve insanını, kültürünü, tarihini, düşünme sistemini tanımak açısından, gezip görmek ve yerinde incelemek kadar verimli kaynaklar olduğuna kuşku yok.
Ancak söz konusu ülke Çin olunca iş biraz zorlaşıyor doğrusu, çünkü beden dilinin en basit örneklerinin bile evrensel olmadığını kanıtlayan, kimi sembollerin, mimiklerin, günlük davranış kalıplarının alabildiğine özgün kaldığı bir ülkeyle karşı karşıyayız. Şöyle söyleyeyim; örneğin iki elinizin avuç içlerini birkaç kez birbirine sürtmek Türkiye’de “İşler çok iyi” demekken, Çin’de “İflas ettim, işler çok kötü” anlamına geliyor! Dolayısıyla bir şiirin, romanın, şarkının ya da filmin içeriğinin tamamıyla anlaşılmasının dünyanın geri kalanı için nerdeyse imkânsız bulunduğu bir ülkeyle karşı karşıyayız. Batılılar boşuna “Çin’de hiçbir şey göründüğü gibi değildir!” demiyor ve Çin sinemasının ünlü temsilcilerinden Chen Kaige, “Çin’le ilgili konuların derinine inemezsiniz, yoksa yabancılar anlamaz. Hong Kong ve Tayvan’dakiler bile anlamıyor!” demekte çok haklı.
Yine de uzun yıllardır yalnızca kitaplar aracılığıyla tanıdık ve daha yakın kıldık Çin’i. Kanuni döneminde Çin’e gönderilen birkaç elçi dışında Osmanlı-Çin ilişkilerinin yok denecek kadar az olduğu söylenebilir. 17. yüzyılda Katip Çelebi’nin Cihannüma ’da Çin’e ayırdığı sayfaların dışında entelektüel-edebi ilgiye de hemen hiç rastlanmıyor. Başta İngiltere olmak üzere belli başlı Avrupa hükümetlerinin 1898’in yaz aylarında ülkede yaşanan sömürgecilik karşıtı ünlü Boxer İsyanı’ndan şaşırtıcı biçimde Osmanlı İmparatorluğu’nu sorumlu tutmalarının dışında, Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1971’de Birleşmiş Milletler’e kabulü ve Türkiye tarafından da tanınmasının öncesinde karşılıklı ilişki, her anlamda son derece zayıf. Ama bir yandan da “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” gerçeği var ve bu da günümüzde çok daha geçerli hale gelmiş durumda.
Romanlardaki Çin, savaş, devrim
Türk okuru, Çin gerçeğiyle öncelikle romanlar sayesinde tanıştı. Binlerce sayfa arasında çıkılacak bir “uzun yürüyüş”, çoğu klasikleşmiş bu romanların önemlerini günümüzde de koruduklarını, bu uzak ülkeyle yakınlaşmak açısından halen işlevsel olduklarını ortaya koyuyor.
Çinli baba ile Belçikalı anneden doğan Han Suyin’in 1955’te William Holden ve Jennifer Jones’lu bir Henry King filmine de dönüştürülmüş olan Aşk Güzel Şeydir romanı, 1956 yılında Altın Kitaplar tarafından sunulmuş okurlarımıza. Çin Devrimi’nin fırtınalı yıllarında Hong Kong’ta evli İngiliz erkek ve âşık olduğu Çinli kadının ilişkileri etrafında gelişen bir aşk öyküsü anlatan roman, yazarın yaşamından gerçeklikler de barındırıyor.
2012’de 86 yaşında ölen Han Suyin’i gene Çin dekorunda geçen Aşka Vakit Yok (Halk Kitabevi, 1967) romanı ve önce Hürriyet, sonra da Berfin Yayınları’nca yayımlanan, iki ciltlik çok başarılı bir Mao Zedung biyografisi olan Sabah Tufanı ’yla da tanımıştık.
Bir Çin köyünü ve kocası kaçıp gidince üç çocuğu ve ihtiyar kaynanasıyla kalan gencecik bir köylü kadını anlatan Pearl S. Buck romanı Ana (Remzi Kitabevi, 1943); devrim öncesinde savaş ağalarının talan ettiği köyünden kaçıp Pekin’e gelen bir çekçekçinin öyküsünün aktarıldığı Çekçek (Konuk Yay., 1975); Japon işgali ve sonrasındaki Kuomintang dönemi ile devrimi, Pekin’deki bir kukla ustasının gözünden öyküleyen enfes Paul Tillard romanı Kuklacı (Cem Yay., 1975), Agnes Smedley’den ünlü Çin Savaşıyor (Bora Yay., 1975), Luo Kuang ve Yang Yi’nin yazdığı, ülkemizde de bir kuşak üzerinde çok etkili olmuş Kızıl Kayalar (Aydınlık Yay., 1978), Attilâ İlhan çevirisiyle okuduğumuz müthiş Andre Malraux romanı Kanton’da İsyan (Yazko, 1981) ya da Bernardo Bertolucci’nin sinemaya da aktardığı, Çin’in sonradan bir yurttaş-bahçıvana dönüşen son imparatoru Pu Yi’nin anıları Son İmparator (Afa Yay., 1988), Çin’in yakın tarihini, Japon işgali, iç savaş, devrim ve Kültür Devrimi dönemlerini ele alarak anlatan yapıtlar olarak öne çıkıyorlar.
Eva Siao’nun Çin: Hayallerim, Hayatım (Afa Yay., 1994) başlıklı sarsıcı anıları da bu kapsamda mutlaka okunması gerekenlerden.
Nobelli iki yazar
Daha yakın dönemlerde, 1990’dan bu yana Fransa’da yaşayan 1972 Pekin doğumlu Shan Sa’nın, Çin tarihindeki tek kadın imparator Wu Zeitang’ın korkunç yaşamını ve 7. yüzyılda Yasak Şehir’de işlerin nasıl döndüğünü son derece etkileyici şekilde anlattığı İmparatoriçe (Doğan Kitap, 2003) ve gene aynı yazarın kaleme aldığı, 1930’larda Japonların işgali altındaki Mançurya’daki direnişçi bir genç kızın öyküsünü anlattığı Go Oyuncusu (Doğan Kitap, 2004) gibi romanlar da Çin tarihi ve kültürünü tanımak için zengin malzeme sunuyorlar.
Parisli bir gazeteci, Teksaslı bir edebiyat profesörü ve Alman bir Sinolog’un Pekin’de çok gizli bir elyazmasının peşine düşmelerini anlatan, Kolombiyalı yazar Santiago Gamboa’nın kaleminden çıkan, özellikle Pekin’i tanımak açısından yararlı Düzenbazlar (Doğan Kitap, 2002) ve “Çin’in yüksek yemek kültürünün gizli dünyasına bir yolculuk” öneren, “Gelenek ve modern dünya arasında sıkışmış bir ülkenin harika bir resmi olarak” nitelendirilebilecek Nicole Mones romanı Son Çinli Şef de (Doğan Kitap, 2007), aşk, yemek ve dostluk üzerine, günümüz Çin’inden çarpıcı kesitler aktaran keyifli bir roman olarak yer alıyorlar listemizde.
Dipnot Yayınları’nın küçük okurlar için hazırladığı masal dizisinin Çin Masalları (2008) durağına da uğrayalım ve kitapta yer alan 19 masalın çok şey anlattığını vurgulayalım.
2012’de Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Mo Yan’ın, 1987’de Zhang Yimou tarafından beyazperdeye aktarılan, bir ailenin üç kuşağının öyküsünü anlatarak 1923-1976 arasında Çin’deki önemli toplumsal-siyasi olayları öykülediği Kızıl Darı Tarlaları da (Can Yay.) Çin edebiyatının zorlu lezzetini tatmak isteyenler için iyi bir fırsat.
Çin’e belirgin bir merak, heyecan ve sempatiyle yaklaşan bu örneklerin yanında, 1949’dan bu yana iktidarda bulunan Çin Komünist Partisi’ne açık bir nefretle yaklaşanlar da var. Rejim karşıtlarından, romanları 1989’dan bu yana yasaklı, Fransa’da yaşayan Nobel ödüllü (2000) Gao Xingjian’ın Doğan Kitap’tan çıkan Ruh Dağı (2002) ve Yalnız Bir Adamın Kitabı (2003) ile Anchee Min’in Madam Mao Olmak (Everest Yay., 2005) romanlarının da Çin’e eleştirel-muhalif yaklaşımlarıyla geniş yankı buldukları söylenebilir.
Şiirler ve ideogramlar
Eray Canberk’in titiz bir çalışmayla Türkçeleştirdiği Mao Zedung şiirleri (Cem Yay., 1976) ya da Celal Üster çevirisiyle yayımlanan Mao’nun Kültür Sanat ve Edebiyat Üzerine ’si (Aydınlık Yay., 1978, Berfin Yay., 2005),Klasik Çin Şiirinden Seçmeler (Çev: Erdem Kurtuldu, YKY, 2010), François Cheng’in Boşluk ve Doluluk: Çin Resim Sanatının Anlatım Biçimi (İmge Yay., 2006), “Çince, kaligrafi için yaratılmış dil. Esinli yolu izleyen, esinli yolu ortaya çıkartan dil” diyen Henri Michaux’nun Çince İdeogramlar ’ı (Norgunk Yay., 2010), Roland Barthes’ın 1979’da gittiği Çin’e dair “dağınık” notlarını bir araya getiren Çin Yolculuğu Defterleri (YKY, 2012) gibi kitaplar da Çin sanatının değişik boyutlarına derinlemesine dalan çalışmalar olarak zengin ve öğretici birikim oluşturuyorlar.
Öte yandan bu kapsamda üzerlerinde ayrıca durulması gereken, Çinlilerin nasıl düşündüğünü 5 bin yıllık bir tarih ve kültürün incelikleri üzerinden anlatan Çin Simgeleri Sözlüğü , Savaş Hileleri: Stratagemler veKadim Çin’in Askeri Klasikleri ’nin önemlerini vurgulamadan geçmeyelim.
Çin usulü sosyalizm
Çin’e yönelik genel ilgi her geçen gün biraz daha artmakla beraber, bilgi ve araştırma eksikliğinin en fazla görüldüğü alanın “sosyalizm tartışmaları” olduğu söylenebilir. 1949’un ardından 1966-1976 arasındaki Kültür Devrimi’yle de dünyayı etkileyen Çin, Mao’nun Marksizm-Leninizm’e teorik katkılarıyla birlikte 1970’lerin sonunda ortaya atılan ve Deng Siaoping tarafından geliştirilen “Dört Modernleşme” (tarım, sanayi, bilim, savunma) hareketiyle bugünlere kadar geldi ve uzay çalışmalarına kadar dayanan inanılmaz bir gelişme gösterdi. Çinli teorisyenler, başından beri, her şeyden önce bir geçiş süreci olan sosyalizmin her ülkenin kendi koşullarına göre yaşanması gerektiğini belirtiyor ve ısrarla “Çin Usulü Sosyalizm”e vurgu yapıyorlar. Başta yoksul ve açlık çeken nüfusun azaltılması olmak üzere, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bugünkü Hindistan seviyesinde olan bir ülkenin kaydettiği mucizevi başarıya tanıklık etmemizi sağlayan çok sayıda araştırma-inceleme-anı kitabından söz edilebilir.
Öncelik, efsaneleşmiş kitapların… Edgar Snow’un her ikisi de 1975’te Koral Yayınları’ndan çıkan Çin Üzerinde Kızıl Yıldız ve Uzun Devrim ’inden Alain Peyrefitte’nin Cemal Süreya çevirisi Çin Uyanınca (E Yayınları, 1975) ve M. Antonietta Macciocchi’nin Çin Deyince ’sine (1976), Jan Myrdal’ın Çin Raporu ’na (ABC Yay., 1977) kadar 70’li yıllarda yayımlanan çok sayıda “kızıl kitap” var bize Çin’i anlatan. Mao Zedung sonrası Çin sosyalizminin gidişatı konusunda ise ÇKP 11. Merkez Komitesi Genel Toplantısı tutanaklarını içeren Bugünkü Çin Hangi Yolu İzliyor? (Aydınlık Yay., 1980), özellikle son 30 yıla ışık tutması bakımından, en kısa tanımla temel kitap niteliğinde.
Son birkaç yılda yayımlanan, Çin’in Megatrendleri: Yeni Bir Toplumun Sekiz Dayanağı (Optimist Yay.), Çin’in ünlü milli lideri Sun Yat-sen’in Halkçılık Üzerine (Sadık Usta, Kaynak Yay.) gibi çalışmalar da aslında pek çok açıdan “bize benzeyen” bu ülke ve insanları konusunda bakış açımızı ve ufkumuzu genişletmemize yardımcı oldular hiç kuşku yok ki.
Evet, İtalyan sinemacı Marco Bellocchio’nun 1967 yapımı filmi “La Cina e vicina”nın Türkçe çevirisinde dendiği gibi, Çin yakındır! Kitaplarla ise çok daha yakın!
Türkiye’de Çin’i düşünmek
Kitaplığımızda yer bulan son inceleme-araştırma, Selçuk Esenbel, İsenbike Togan, Altay Atlı tarafından hazırlanan Türkiye’de Çin’i Düşünmek: Ekonomik, Siyasi ve Kültürel İlişkilere Yeni Yaklaşımlar (Boğaziçi Üniversitesi Yay.) oldu.
Tunca Arslan
Kaynak : [–]