Alman sanatçı Franz Ackermann Türkiye’deki ilk sergisini Dirimart’ta açtı. Sanatçı, serginin devamını ise Esenler Otogarı’nda sergilemek istiyor. Dirimart’taki yerleştirme aynı zamanda 2009’daki Altermodernism başlıklı Tate Trienali’ndeki işlerin de devamı niteliğinde
Yerleştirmelerinizi kurarken nelerden etkileniyorsunuz?
Yerleştirmelerimde tek ve basit bir etken var aslında. Şehir ve etrafında oluşan yaşam şekilleri. Dünyanın her yerinde oraya özgü bir günlük yaşam dinamiği var. Gözlemlediğim günlük yaşam alışkanlıklarını bir mecra üzerine aktarıyorum. Tate Modern’deki yerleştirmemde kullandığım bayraklar, içi boş ve simgesel ürünlerle göstermeye çalıştığım şey metaların belli duygular eksenindeki yönlendirimleriydi. O zamanlar ekonomik kriz sinyallerini vermeye başlamıştı. İzleyiciden sorgulamaya devam etmem gerektiği hakkında bir onay aldığımı hissettim. Bugün üç sene sonrasındayız, birçok ülke şu anda ekonomik krizin etkilerini yaşıyor.
İstanbul’da sergi yapma fikri nasıl gelişti?
İstanbul’a önceki ziyaretlerimde burada bir sergi yapmanın zamanı geldiği duygusuna kapılmaya başlamıştım. Artık etrafta gezinen bir fleneur ya da turist olarak değil, bir şeyler söyleme ihtiyacında biri olarak bulunduğumu fark ettim. Hepimizin bildiği bir gerçeklik var ki İstanbul son on beş yılda çok hızlı şekilde değişim gösterdi. Değişimin izlerini takip ettim. Nihai olarak vardığım noktada birkaç farklı formda bu etkileşimleri sergilemek istedim. Yerleştirme açısından şehrin farklı dokularının birleşimini ortaya koymaya çalıştım. Bu sadece birinci versiyon. Tarihi ve mimari dokunun beraberinde şehrin farklı noktalarında gözlemlediğim dönüşüm öğelerinin etkisini yoğun şekilde hissedebilirsiniz. Diğer işlerde ise şehirdeki kaosun ve buraya uyum sağlama halinden çok içine girdiğim kafa karışıklığının izleri var.
Önceki işlerinizden de yola çıkarak mekânlardan, şehirlerden etkilenen işler yaptığınızı biliyoruz. Estetik anlamda İstanbul’un sizinle konuşma şeklini nasıl ifade ediyorsunuz?
White Cube’da ya da Tate Modern’de yaptığım sergilemelerden çok da farklı değil aslında. İstanbul ekonomik ve sosyolojik anlamda kuralsız sorgulamaları olan bir şehir. Şehrin zenginlikleri meşru sistemlerle ölçülebilecek bir olgu değil. Biz sanatçılar için şehir ya da diğer alanlar oldukça ilham verici gözlem mecralarıdır. İstanbul’un Atina ya da Dublin gibi şehirlere kıyasla daha şanslı olduğunu düşünüyorum açıkçası, Gelecekte her şey daha esnek olacak, Avrupa şehirleri bugün Batılılaşmanın kendilerine dayattıklarının sonuçlarını yaşıyor.İstanbul geleceğe bakabilmek adına çok önemli bir yer!
Üretim şekilleri gittikçe globalleşirken ve sanattaki üretim de gittikçe bu eksene doğru kaymaya başlamışken, kendi üretim dinamiklerinizi korumayı nasıl başarıyorsunuz?
Bir tarafta global ortak bir sisteme sahibiz, sokakta kahve alıcaksak büyük ihtimalle üç büyük zincir markadan birini seçeriz. Artık hemen her ürün için bir temel zincir yapısı kurulu. Bununla yaşıyoruz ve buna açız. Öbür tarafta ise sanatçılar bireysel üretime yönelik talebi sanat üzerinden ortaya koymaya çalışıyor. Omzumuzda ağır bir yük taşıyoruz. Sanatçılar olarak global normlar içerisinde yaşamaya çalışan tekil üretim öğeleriyiz. Yaratıcı, dâhi ve deli olmamız lazım. Sanatçıyla globalleşen dünya arasında büyük bir boşluk var. Bu benim de kendime hep sorduğum bir sorudur. Odanın ortasına bir tane de olsa özgün bir iş koyabilmek isterim. Bu çok modası geçmiş bir sanatçılık hali olarak da görülebilir. Sanat dünyasında da endüstriyel üretime kayışı gözlemliyoruz. Sanat da üretim süreçlerini yönetmekten ibaret bir hale gelmiş durumda. Bu anlamda biraz eski kafalı olduğumu söylemeliyim. Geleneksel mecraların gücüne çok inanıyorum. Çizim, yağlıboya gibi. O eser global üretim döngüsünü kırıp, tek başına bir yerde durabilme gücüne sahiptir. Bu çok ilginç bir şeydir. O işi alın, tek başına sokağa, mağazaların karşısına koyun, onlarla rekabet haline girdiğini göreceksiniz.
Resimlerinizde kullandığınız canlı renklerin zaman içerisinde geliştirdiği size özgü bir anlatım dili var. Aynı zamanda günlük yaşamınızın etkilerini de büyük oranda okumak mümkün…
Altı yaşımdan yirmi bir yaşıma kadar her gün futbol oynadım. Sanat da benim için bu anlamda spordan farksız. Renklerle olan kurguda ise iki farklı açılım var. Renk ve etrafındakiler. Çok canlı bir renk kullandığınızda etrafındaki renkler gereken gücü vermezse o parlaklığı yakalayamazsınız. Tıpkı araba kullanmak gibi, frene basmadığınız sürece gaza yüklenmeye devam edebilirsiniz. Renklerin kontrastlarla bileşiminde farklı düzeylerdeki duyguları, sesleri okuyabilirsiniz. Bazen bir iş bitmemiş gibi gözükür ama aslında beş dakika önce bitmiştir. Böylesi girift kurgularda her bir ayrı ekleme tüm yapıyı değiştirecektir. Abstract işler yaptığınızda tabii ki işin başlığı da oldukça önemli hale geliyor. Bir nehir var, büyük bir nehir, o bir boğaz, etrafında mağazalar ve hayat var, rengi kırmızı olmasın evet sarı olsun, burada da oto yollar var. Böylesine bir soyutluktan yola çıktığınızda pek de kolay olmuyor. Bazen hafızamı bir yana koymaya çalışıyorum. Birden yeni bir şey çıkıyor karşıma evet diyorum, işte bu Haliç..
Franz Ackermann sergisi 13 Mayıs’a kadar Dirimart’ta.
SONRAKİ SERGİ ESENLER OTOGARI’NDA OLABİLİR
Serginin ismi ‘Transit: Again, Always, Forever’ (Geçiş: Tekrar, Her Zaman, Sonsuza Kadar). Geçişlilik hali ve İstanbul bağdaşımı nasıl bir bileşim oluşturdu?
İstanbul bir köprü. Ayrıca şehrin içerisinde de bir köprü var ki günlük yaşam rutininde insanlar iki yaka arasında gidip geliyorlar. Görecelilik ve yaşamın transformatif hali oldukça ilgimi çeken bir konu. Her gün bir yerden bir yere gidebildiğimiz gibi bazı insanlar otuz beş sene boyunca aynı yerde de çalışabiliyor. Her şey değişken ve görecelidir. Sadece göçmenler değil zengin insanlar da bir yerden bir yere gitmek zorunda kalır. Hayatın temeli bu geçişsel hareketlilik. Serginin başlığı tabii ki büyük bir zihinsel harita gibi, geçişsel ve devamlılığı olan bir yapıyı anlatıyor. Yerleştirmeye birinci versiyon dememin sebebi de bu aslında yaşayarak değişmeye açık bir halde olması. İleride bunu farklı yerlerde de sergilemek isterim. Belki bir kamyonun içinde, Esenler Otogarı’nda. Dün akşamüstü oradaydım, sergileme mekânı bakmak için. Çünkü iş mekânın sürekliliğini dönüştürüyor. İşlerim bir galeriye bağımlı değil.
Kaynak [-]